Perşembe, Nisan 28

Katlı otoparkın önümde uzanan dik rampasına bakıyorum, sonra hızlıca tırmanmaya başlıyorum. İlk katta sadece birkaç araba var ve görevliler de ortada görünmüyor. Hız kesmeden ikinci kata çıkıyorum, sonra üç ve sonra dört... Beşinci kata vardığımda ciğerlerim beni birkaç dakika dinlenmeye zorluyor. Son bir kat daha çıkıp kafamı kaldırıyorum, bulutların yağmur kusmak üzere olduğunu fark ediyorum. Belime kadar gelen duvara yanaşıyorum, çantamdan not defterimi çıkarıyorum aceleyle. "Yağmur başlamadan yapsam şu işi." diye kendi kendime söylenirken kaldığım sayfayı bulup tarih atıyorum ve son kelimelerimi yazıyorum. Defteri çantama koyduktan sonra, önce sol ardından sağ bacağımı duvarın diğer tarafına atıp oturuyorum. Dağınık çatıların arasından fırlayan iki üç büyük bina dışında görülecek bir şey yok. Sonra gözlerimi kapatıp kendimi boşluğa bırakıyorum. Yaklaşık beş saniye rüzgar yüzümü yakıyor ve hemen sonra asfaltla birleşen bedenimin gürültüsünü duyuyorum. Aceleyle yerden kalkıp gören oldu mu diye etrafa bakıyorum, sonra hızlı adımlarla yürüyüp oradan uzaklaşırken bir taraftan da deftere yazdığım son satırın üstünü çiziyorum;
"56. deneme, otopark."

Cuma, Kasım 6



Çekiştirdiğim küçük bir bavul var arkamda. Kalabalığın arasından sıyrılıp küçük ve yavaş adımlarla geliyor, tam karşımda duruyor. Çiçekli bluzu ıslanmış ve üzerine yapışmış; dalgalı uzun saçları karmaşık, uçlarından sular damlıyor. Aynı damlalarla ıslanmışız. Silüetini bulanıklaştıran yaşları gözlerimi kırpıştırarak yanaklarıma indiriyorum. Aramızda yaklaşık bir metre var. Ona iki adım atsam yok olacak, ona sarılsam kıyamet kopacak gibi hissediyorum. Tereddütlü bir adım atıyor. "Çok kalamam" diyorum, "belki birkaç gün..." Ellerimi uzatıyorum, bana doğru yürürken o da ellerini uzatıyor. Önce parmak uçlarımız değiyor birbirine, sonra parmaklarımız iç içe geçiyor. Dakikalarca göz göze kalıyoruz. Ellerini gezdirdiği boyası akmış saçlarımı omuzlarımın arkasına atıyor, yanaklarımdan süzülen yaşlara yanağını dayıyor. Sonra gözlerini gözlerime dikiyor, bir şey söyleyecek gibi aralanıyor dudakları ama hemen sonra vazgeçiyor. Ne söyleyeceğini gözlerinden okuyorum, sessizliği bozmaya cesaret ediyorum; "Evet..." diyorum, "ben de seni çok özledim." Dudaklarını dudaklarıma bastırıyor.



Birkaç tozlu tablo, yüzyıllardır dokunulmamış gibi duran dağınık masa ve ikinci el bir koltuk takımından ibaret olan odadayız. Bacaklarını bacaklarımın üzerinden çekip "Bira?" diyor narin sesiyle, başımı sallıyorum. Ardından mutfağa giden minik ayakları izliyorum. Birkaç dakika sonra elinde iki kutu birayla geliyor, oturmadan önce dudaklarıma belli belirsiz bir öpücük kondurup birayı elime tutuşturuyor. "Ne yalan uyduruyorsun onlara?" diye soruyor, sesinde en ufak bir öfke kırıntısı yok. "O elleri tutarken, o dudaklar seni öperken kalbinin atmadığını söyleyemiyorsun değil mi onlara? Ruhunu bu eve tıktığını anlattın mı kimseye?" Bakışlarımı kaçırıyorum. "Hayır susma, anlat bana." diyor, "Anlat, neden bakmıyorsun aynalara? Beni görmekten mi korkuyorsun orda? Neden boyuyorsun saçlarını?" En seksi bakışını atıyor; "Yoksa beğenmiyor musun beni? Sahi, beni neden istemiyorsun? Tüm kırgınlıklarını gömdüğün bu ev, bak yıkılmak üzere. Bence artık vakti geldi. Hazır mısın buna? Bensiz mutlu değilsin, bensiz mutlu olmazsın, biliyorsun. Al beni yanına." Üstünden geçen kelimelere dayanamayan rimelim, gözyaşlarımla beraber kirpiklerime tutunmaktan vazgeçiyor. "Korkuyorum." diyorum, güçlükle yutkunup devam ediyorum; "Korkuyorum. Seninleyken çok güçsüzüm ben; çok kırılgan, çok çekilmezim." Derin bir nefes alıyorum; "Yani istemiyorum seni. Böyle konuşmayı kessen iyi edersin. Seninleyken evet, tamamlanmış hissediyorum. Ama yapamam, seninle yaşayamam. Çok yıprandım, yük olma bana. Beraber olursak ölürüz, zaten zor sardım yaralarını." Gözlerim kolundaki izlere kayıyor. Huzursuz bir kıpırtıyla kollarını göğsünde kavuşturuyor, izleri kapatmaya çalışıyor. "Sensiz uyanmaktan bıktım, anlamıyor musun? İnsan ruhunu nasıl terk eder, nasıl böyle yaşar? Ruhsuz bir bedenle insanları kandırmaya, bana da bunları yaşatmaya hakkın yok!" diye bağırıyor, gözyaşları çenesinden tişörtüne damlıyor. Biramı masaya bırakıp kucağına oturuyorum, bacaklarımı beline doluyorum. "Üzgünüm bebeğim." diyorum. Başını boynuma koyduğunda "Affet beni." diye mırıldandığını duyuyorum.



"Ben duştayken gideceksin." diyor. "Gittiğini görmek istemiyorum. Vedalaşmak da istemiyorum." Çıplak ayaklarıyla küvetin yanına gidiyor, musluğu sonuna kadar açıyor. Tekrar banyo kapısına geldiğinde, suyun sesini bastırmak için az öncekinden daha yüksek bir sesle "Söylediğim gibi yap, tamam mı?" diyor. Kafamı sallıyorum. Tişörtünü çıkarıp aynaya bakıyor, parmakları sütyen askısını kavrayıp bırakıyor. "Bu sondu." diyor; "Sonumuz bu!" Arkasını dönüyor, ağladığını biliyorum. Güzel sırtını birkaç saniye izleyip önce boynundan sonra omzundan öpüyorum. Dönüp bavulumun sapından çekiyorum, o da son bir kez yüzünü görmeme izin vermeden banyo kapısını kapatıyor. Ardından çevrilen kilidin sesini duyuyorum. Bir iki adım atıp küvetin yanına geliyorum. Sahipsiz kalan bavulun yere düşüşünü duyuyorum, ses duvarları çatlatıyor. Çoktan taşmış olan küvetin içine bırakıyorum bedenimi. Zihnime sızan bir şeylerin ters gittiği düşüncesi saliseler içinde bir el tarafından kenara itilip yok ediliyor. Beynimi, o tuhaf ve alışılmamış huzurun ele geçirmesine karşı koyamıyorum. Önce sırtımın sonra boynumun küvetin dibine değmesine, suyun beni tamamen içine almasına izin veriyorum. Soluk borumda çırpınan nefesim iki üç baloncukla suyun yüzeyine çıkıyor. Sular içindeki karmaşık dalgalı saçlar, ciğerlerimin hava açlığını bastırıyor. Ardından suyun içinde o gözleri görüyorum, yıllardır kaçmaya çalıştığım aynalardan bana bakan gözleri. Tam karşımda duruyor.  Çiçekli bluzu ıslanmış ve üzerine yapışmış.
"Çok kalamam" diyor, "belki birkaç gün..."

Salı, Eylül 22

hiçbir veda yok


İntihar haberini aldığımda geç bile kaldığını düşündüm. Kulağa kötü geliyor, bunun farkındayım ama onun buraya ait olmadığını hep hissetmişimdir. Aslında onu bir ölüden farklı kılan tek şey, nefes alıyor oluşuydu. Böyle anlatınca onu suratsız bir soğuk nevale zannetmeyin, çok cana yakın ve neşeli bulurdu onu tanıdığını düşünenler. Etrafına ördüğü duvarlar çok insancıl görünürdü. Hakkında olumsuz düşünen biri onun için en fazla "tuhaf" diyebilirdi. Eğer duvarlarını yıkmanıza izin verdiyse "tuhaf"lığının ardında fazlasının olduğunu bilirdiniz. Kansızlıktan yaz kış soğuk olan elleri bile bana hep ölüyü anımsatırdı.Tüm samimiyeti, neşesi, kaygıları, kahkahaları aslında yapaydı; kurgudan ibaretti ve o bunu çok güzel gizlerdi. Çizdiği karakteri, oynadığı rolleri bir kenara bırakırsak kalan şey; boşluk. Özünde sanki bomboştu, mekanik ve ruhsuz. Biri bir derdini anlattığında ona merhametle bardağın dolu tarafını gösterirdi ama onu gerçekten tanıyorsanız; geceleri o bardağı kırıp parçalarıyla bileklerini kestiğini bilirdiniz. Dediğim gibi, o buraya ait değildi. Onda eksik bir şeyler vardı, belki de bu dünya için fazla bir şeyler. Bizim gibi gülüyor, bizim gibi görünüyordu ama yıllar önce ölmüş gibi soğuktu hep bedeni. Gözleri hep kederliydi, çektiği ızdırabı hissederdi gözlerine bakınca kalbini görenler. Nefes almaya devam ediyor oluşu, tanrının ona işkence biçimiydi. 
İnsanlar onun ne hissettiğini ancak öldüklerinde anlayacak; 
genç ve günahkar öldü vesselam, mezarında asla çiçekler açmayacak. 

Pazar, Ağustos 23

“Tek bir iz görürsem vücudunda…”















Avucuna aldığı sağ elimin bileğine kaydı gözleri ve ardından bakışları doğrudan göz bebeklerime saplandı, sonra daha önce hiç duymadığım ses tonuyla; “Bundan sonra tek bir iz görürsem vücudunda…”
Tüm hücrelerime işledi ağzından çıkan kelimeler. Güçlükle yutkundum. Gözlerime diktiği gözlerinin bir daha bana böyle bakmayacağını söylemekle beraber, bana bunu sonuna kadar hissettirdi de. Onu kaybetmekten ne kadar korktuğumla başlayan düşüncelerim, hızla birer birer patladı zihnimde; “bana hep böyle bakmanı istiyorum, bunu bana yapamazsın, beni ben yapan fikirden beni koparamazsın, beni bununla tehdit etmen haksızlık…” Sağ bileğime baktım; “minik bir kesikti sadece, dört gün içinde üzerindeki kahverengi kabuk düşüyor…” Gözlerine baktım; “kötü bir denemeydi, planladığım gibi gitmedi, on iki dakikadır çayım masada, yüksek bir binadan bırakmalıydım kendimi, çaya şeker attım mı, intihar fikri beni nasıl da rahatlatıyor, bileğimde hiç iz kalmamış, bu fikre öylesine bağlıyım ki, bu cümleyi hiç kurmamış olmanı dilerdim...” Bakışlarımı yere kaçırdım; “çaya iki şeker atmış olmalıyım, parmaklarım ne kadar kemikli, bu benim çıkış yolum, bu benim soğukkanlılığımın kaynağı, vücudumda iz görmeyeceksin, iz bırakmayacağım, bu işi temiz yapacağım, sen vücudumu gördüğünde bana aynı bakmayacağını söylediğin gözlerinin farkında olmayacağım, ruhumdaki izleri görüyor musun, bak göğsümdeki derin kesik babama ait, boynumdakiler de abime, her gece birileri o kabukları kanata kanata söküyor, o yaraların kapanmasına asla izin vermiyorlar…” Gözlerim dolmaya başlıyor; “her gece ruhum kanıyor, benim ruhum kanarken damarlarımdan taşan kanın ne önemi var?” Otuz saniyedir sustuğumun farkına vardığımda hemen düşüncelerimden sıyrılıp öksürdüm, gözlerim aceleyle masayı taradı, alternatif bir cevap aradı zihnim. “Bu konuda ben de kendime pek güvenemiyorum aslında.”
Tahmin ettiğim üzere, geri adım atmamakla beraber bu söylediğim onu daha da kızdırdı. Nefes almaya devam etmenin bana ne denli acı verdiğini anlamıyordu.

Bu hayatta insanı kanatan şeyler kesinlikle keskin cisimler değildi; üniversitelerde anlatılanlardan, kitaplarda okuduklarımızdan ibaret değildi hayat. Dışarıda kimsenin sözünü etmediği sert kaldırımlar vardı, kalbinizi yakıp yıkanlar, hayatınızı sikip atanlar vardı. Ciğerlerinize doldurduğunuz her nefes beraberinde çaresizlik ve acı getirirken, buna devam etmenin oluru var mıydı? 

Pazartesi, Temmuz 13

bir kadeh kaldırıyorum ruhumdan



Doğumuna çok az kaldı ve bu hissettiğim nadir şeylerden birisi. 
Tıpkı bir rüya. İçindeyken yüzyıl gibi geliyor, aslında sadece saniyeler geçmiş. Tanrının saniyeleri acı veriyor, üstesinden gelemiyorum.
Biri kendi zamanında iki dakika daha yaşamamı istiyor diye burada yirmi yıla tahammül etmek çok zor. Kontrol edemediğimiz bir rüyayı görmeye mecbur bırakılmışız ve bu sefer o düşme hissiyle yere çakılmanın eşiğinde uyanmak yok. Kabus içinde kabustan başka bir şey değil hayat. Katman katman rüya ve her katman beynimde kanayan bir kıvrım.
Beynim rüyalar yüzünden kan içinde yüzüyor; gözlerimi kapatıyorum, tatlı düşler ülkesinde birileri bıkmadan derimi yüzüyor, çığlık atıp uyanıyorum hayata ve gördüklerim beni daha çok üzüyor. Yerimde saymayı bıraktım ve artık geriye gidiyorum. Doğumuma çok az kaldı, her hücremde hissediyorum. Bir dilek hakkım olsa annemin karnını yarıp içine girmek ve artık var olmayan o bağla bağlanmak isterdim en baştan hayata. Geriye gidiyorum ve doğumuma çok az kaldı, bugünlerde bundan başka bir şey hissetmem zor. Doğumuma çok az kaldı, her gün bunu kutluyorum. Geriye giden her güne bir kadeh kaldırıyorum ruhumdan. Geçen her dakika beni o kutsal sahneye bağlıyor, sigara tutmayı beceremediğim parmaklarımla bir bir sayıyorum. İnsanlar bunu benimle kutlasın istiyorum, doğumum şerefine parti versinler. On yedi yıl önce etrafımda mutlu insanlar varken yalnızca ben ağlıyordum, şimdi neden hep beraber gülmeyelim? Herkes gülecek bu sefer. Bu sefer herkes gerçek bir kutlama görecek. Kocaman bir parti; gürültüsüz ama heyecanlı, suskunluk hakim ama huzurlu, birkaç göz nemli ki o anın büyüsünden etkilenmiş olacak. Sürpriz partim herkesi şaşkına çevirecek. Doğumuma çok az kaldı, bunun verdiği heyecana paha biçmek imkansız. İlk defa doğduğum günü böylesine seviyorum, lanet etmeden gülümseyebiliyorum. O günden nefret etmek beni çok yormuştu, şimdi ben o güne aşık olmayı seçtim. Pastamın mumlarını o gün dudaklarımla söndüreceğim ve ruhum kül olacak. Doğumuma az kaldı, bu sefer en büyük hediyeyi ben kendime veriyorum; bunu hak edeli uzun zaman olmuştu.